Bilsam Logo

Akademik Egitim ve Üniversiter Yaklasim

Akademik Egitim ve Üniversiter Yaklasim | Bilgi Yolu Egitim Kültür ve Sosyal Arastirmalar Merkezi | Bilsam.Org

 

        Her eylem bir düsünceden neset eder. Bilgi olmadan düsünce, düsünce olmadan eylem, eylem olmadan da degisim - dönüsüm olmaz. Bu anlamda entelektüel dirilis, bütün dirilislerin anasidir. Felsefe düsünceyi, düsünce entelektüel dirilisi, entelektüel dirilis ise bilimsel, kültürel, sosyal ve siyasal dirilis ve açilimlari getirir. Bütün bunlarin ortaya çiktigi alanlar ise öncelikle üniversitelerdir. Üniversiteler, gerek batida ve gerekse dogu toplumlarinda kuruldugu her yer ve dönemde bilgi ve düsüncenin merkezleri olagelmistir.

En üst düzeyde egitim, ögretim, arastirma ve inceleme yapan ve bilinmezlerle ugrasip onlardan bilinenler çikarmaya çalisan yani bilgi, bilim ve düsünce üreten kurumlar olarak üniversiteler, özgürlük anlayisinin en fazla gelistigi ve üniversiter anlayisin hâkim oldugu mekânlar olmalidir.

Bu anlamda üniversiter egitim; özgür bir ortamda, evrensel düzeyde bilgi, düsünce ve olgularin konusulmasi ve tartisilmasini, ögrencilere akademik bir Formasyon, entelektüel bir altyapi ve evrensel bir bakis açisinin kazandirilmasini ve bir konuda ihtisas sahibi olmanin yani sira hemen her konuda fikir sahibi insanlarin yetistirilmesini hedefleyen bir egitim anlayisidir.

Evrensel boyutta düsünebilme, görebilme, tavir gelistirebilme ve anlayabilme yetisi kazandiran bir egitim… Bunlari kazandirmaktan uzak salt meslek ve uzmanlik egitiminin elbette ki üniversiter egitimle bir ilgisi olmayacaktir. Böyle bir kisi, üniversite okumus olabilir, ancak bireysel çabalarla kendini yetistirememisse üniversiter bir egitim almis olmayacaktir.

Üniversitelerinde, üniversiter egitim verilmeyen ülkelerde yetisen nesiller, evrensel bir bakis açisi kazanamaz, yasanan olaylari ve konusulan olgulari yeterince kavrayamaz ve ülkenin gelecegini kusatamazlar. Böyle bir nesilden büyük düsünmesi ve derinlemesine anlamasi beklenemez. Sonuçta, sorunlarini konusamayan, düsünme ve akil yürütme yetilerini kaybetmis, taklit ve tekrari düsünce üretme sayan ve gittikçe ilkellesen bir topluma dönüsme riskiyle karsi karsiya kalinir.

Yasadigi dönemin dinamiklerini kavramayi saglayacak zihinsel dönüsümü (rönesans) gerçeklestiremeyen toplumlar, kültürel, sosyal ve siyasal dönüsümleri gerçeklestiremezler. Dolayisiyla yürümekte olan medeniyete pek bir sey de katamazlar. Bu zihinsel dönüsümün temel sarti ise, üniversiter egitim ve üniversiter (evrensel) bakis açisidir.

Ne yazik ki, üniversitelerimizde yetisen gençlerimizin çogu, ana dilini birkaç yüz kelimeyle konusan, sözlü ve yazili anlatim yetenegi yeterince gelismemis, bir konusma yapabilecek ya da bir makale yazabilecek Formasyondan uzak, rasyonel düsünce ve üretkenlik açisindan yetersiz olarak mezun olmaktadirlar. Üniversitelerimizin çogu ise, üniversiter bir egitim vermekten uzak bir yapiya sahiptirler.

 

Yirminci yüzyilda idealist felsefenin geri çekilmesi ve realist felsefe ile pragmatist felsefenin hâkim felsefeler haline gelmesi, egitim alaninda da kendini hissettirmis ve egitimin yönü sanat, edebiyat ve sosyal bilimlerden, bilim ve teknik alana kaymistir. Bu durumda, siir, sanat ve edebiyat gibi alanlarin önemini yitirmesi kaçinilmaz gözükmektedir. Bu, idealist felsefeden realist felsefeye, degerler ve anlamlar dünyasindan madde ve pragmatizmin (faydacilik) dünyasina geçistir.

 

Artik idealist insan degil, realist ve pragmatist insan yetisecektir. Artik düsünür ve filozof degil, bilimci revaçta olacaktir. Düsünürlerin öncülügünde, bilimcilerle birlikte kurulan dünya, simdilerde salt bilimcilerin laboratuarlarinda ölçülüp biçilen bir deney malzemesidir artik. Bunun ruhtan ve düsünceden kopmus salt bilimciligin nihai bir zaferi olup olmadigina ise önümüzdeki yillarda ozon tabakasinin akibeti, ekolojik denge, nükleer silahlanma, global irkçilik ve yabanci düsmanligi gibi sorunlarin sonucuna bakarak karar verecegiz.

 

Bu yüzden olsa gerek, birçok ülkede egitimde hizli bir özellestirme süreci baslamistir. Idealist olmayan, yaptigi isi sürekli, aldigi para ya da elde ettigi faydayla kiyaslayan, istedigi sartlar saglanamadigi durumlarda isini aksatma egilimine giren, kadrolu oldugu için de isten el çektirmenin neredeyse imkânsiz oldugu ögretmenlerle egitim faaliyetlerinin yürütemeyecegini düsünen özellikle batili ülkelerin birçogu çözüm olarak okullari özellestirmis ya da ögretmenleri sözlesmeli statüye geçirmislerdir. Bu durum, idealizm olmayinca ögretmenleri isini iyi yapar halde tutmanin tek yolunun ancak isten çikarilma korkusu olabilecegini düsünmenin getirdigi bir sonuçtur.

 

Ögrencilere özellikle temel ve sosyal bilimler alaninda Formasyon kazandirmayi amaçlayan ve bilimsel kesiflerle birlikte Avrupa’da Rönesans’in ve Sanayi devriminin altyapisini hazirlayan üniversiter egitim anlayisi günümüzde, gelisen sanayiye paralel olarak önemli oranda fen ve teknik alana kaymis bulunmaktadir. Bu elbette Avrupa söz konusu olunca tabii bir gelisimdir ve normaldir. Kaldi ki Bati dünyasi son zamanlarda fen ve teknik egitimle sosyal bilimleri birlikte ve birbirini destekler sekilde yürütmektedir.

 

Fakat bizim ülkemizde birinci asama yasanmadan ikinci asamaya geçilmistir. Yani “evren kent” anlamina gelen üniversite bizde zihinsel ve düsünsel bir dönüsüm etkisi yapamadan ikinci alana kaymistir. Bunun sonucu olarak da somut soyutun, eylem düsüncenin, Form ise özün önüne geçmistir.

 

Bu durum, model, sistem ve deger üretme hiyerarsisinde bir altüst olusu beraberinde getirmistir. Bu, ati arabanin önüne degil de arkasina kosmak gibi bir durum ortaya çikarmistir. Avrupa’da ögrencilerin %70’i meslek egitimi aliyor tartismalarina bir de bu gözle bakmak lazimdir. Oysa sorun öncelikle %70 meslek egitimi almis ögrenciyi istihdam edecek sanayiyi ortaya çikarmaktir.

 

Egitim, günümüzde daha çok teknik agirlikli hale gelmistir. Yani insanlara bir seyin niçin yapildigini ögretmekten çok, nasil yapilacagini ögreten bir anlayisa dogru kaymistir. Egitimin niçin sorusu geriye çekilmis, ögretimin (talimin) nasil sorusu öne çikarilmistir. Insanlar her isi büyük bir beceriyle yapmakta, fakat bu islerin gerçekten yapilmaya deger seyler olup olmadigini rasyonel bir biçimde düsünememektedirler. Bu anlamda “Acaba körlestirici bir egitim anlayisiyla mi karsi karsiyayiz” sorusu önemli hale gelmektedir.

 

Açiktir ki, artik mevcut gidisati sorgulayacak insanlarin çikmasi istenmemektedir. Bu boyutuyla, tekniklestirme birey ve toplumlari kimliksizlestirmenin önemli bir araci haline gelmistir. Ya da artik “Tarihin sonu ve son insan” benzeri tezleri tartisilmaz dogrular olarak görmemiz istenmektedir. Tüm bunlar egitim olgusunun, küresel egemenler tarafindan, “dünya halklarinin sömürüye yatkin hale getirilmesi” amaciyla kullanilabilecegine hatta kullanildigina isaret etmektedir. Ikbal’in deyimiyle, egitim bu yönüyle “kitleleri savasmadan öldürmenin en etkili aracidir” artik.

 

Bu anlamda, ülkemizdeki egitimle ilgili önemli bir sorun da mesleki egitimle akademik egitim arasinda olmasi gereken dengenin kurulamamis olmasidir. Meslek egitimi veren birçok fakülte ve yüksekokula gereginden fazla ögrenci alinarak, hem bu mesleklerin toplumsal statülerinin sarsilmasina yol açilmakta, hem de o alanda is bulma imkâni olmayan on binlerce ögrenciye gereksiz yere çok daha pahali (5 kat) bir egitim olan meslek egitimi verilmektedir.

 

En önemlisi ise, is bulamayan ya da baska bir alanda çalismak zorunda kalan belki de milyonlarca üniversite mezununa, yillarca sürdürdükleri egitimin ve harcadiklari emegin hemen hiçbir faydasi olmamakta ve bu ögrenciler, eger kisisel çabalar sonucu, genel kültür açisindan kendilerini gelistirememislerse, lise hatta ortaokul seviyesine gerilemektedirler.

 

Sanayi ya da fabrikada ise yaramasi için edinilen mesleki Formasyon ne yazik ki hayatin baska bir alaninda pek bir ise yaramamakta ve bu durum ögrencilerin aldiklari egitimi sorgulamalarina ve en kötüsü kendilerine, ögrendikleri mesleklerine ve ülkelerine yabancilasmaktadirlar. Insanimizin %65’inin istemeden ya da zorunlu olarak seçtigi bir meslegi yapmakta oldugu ifade edilmektedir. Bu gerçekten üzücü bir durumdur.

 

Mesleki egitim elbette önemlidir ve ülkemizde gerek kamunun, gerekse özel sektörün bu alandaki ihtiyaçlari karsilanmalidir. Elbette ki mesleki egitime yeterli yönlendirme yapilmalidir. Ancak bu yönlendirme ülkemiz sanayisinin durumu, boyutu ve ihtiyaçlari dikkate alinarak yapilmali ve kesinlikle talep eksenli olmalidir.

 

Dolayisiyla mesleki ve teknik egitim verilen alanlara ülkemizin kamu ve özel sektörünün ihtiyaç duydugu sayi kadar ya da rekabet unsuru olmasi bakimindan %20 kadar daha fazla ögrenci alinmali, diger ögrenciler ise hayatlari boyunca bir sekilde faydasini görecekleri akademik egitim agirlikli alanlara yönlendirilmeli ve bunlarin kontenjanlari mümkün oldugunca yüksek tutulmalidir.

 

Önerilen akademik egitim; dil ögretimi (Türkçe ve Ingilizce), bilgi okuryazarligi (bilgisayar, internet, vs), genel ekonomi ve pazarlama, bilim - düsünce ve sanat tarihi, egitim bilimleri, iletisim, temel fen bilimleri ve temel sosyal bilimler gibi ders ve konulari içermelidir.

 

Böyle bir egitim anlayisi üniversitenin evrensel amaçlariyla ve üniversiter egitim yaklasimiyla da örtüsecektir. Açiktir ki bu içerikle donanan bir ögrenci is bulamasa bile çok sey kazanmis olacaktir. Elde ettigi bu Formasyon hayatinin her asamasinda ise yarayacaktir. Oysa örnegin 8–10 yil makinecilik ya da motorculuk egitimi almis olan bir ögrenci alaniyla ilgili bir is bulamadigi zaman, edindigi Formasyon hemen hiçbir ise yaramayacaktir. Genel kültür, analitik düsünme ve girisimcilik ruhu açisindan da yeterince donanim saglayamadigi için (kendi kendini yetistirmis olmasi müstesna) is bulmakta ya da bir is kurmakta da zorlanacaktir.

Yukarida bahsettigimiz kurumlardan mezun olan ögrenciler, kendi ana dilini iyi kullanan, iyi derecede bir yabanci dil bilen, rasyonel düsünen, düsünce dünyasiyla tanistigi için düsünsel farkliliklara hosgörüyle yaklasan, bilgi teknolojilerine hakim, sosyal bilimler ve ekonomi konusunda Formasyon sahibi, ülke ve dünya sorunlarina karsi duyarli, sözlü ve yazili anlatim yetenegi açisindan gelismis bireyler olacaklardir.

Daha önemlisi ise, böyle bir durumda, ülke olarak, gelismis ülkelerin gelismemis ülkelere terk ettikleri birkaç agir sanayi alaniyla ugrasmaktan kurtularak, tarim ve sanayiden sonra üçüncü dönem ekonomisi olarak ortaya çikan ve merkezinde bilginin ve iyi yetismis insanin oldugu yeni dönem ekonomiye daha kolay uyum saglayabilecegiz.

Bu ögrenciler belki klasik anlamda bir meslek sahibi olmayacaklar fakat bilgi donanimlari, zihinsel gelisim ve girisimcilik açisindan diger meslek sahiplerinden daha donanimli ve daha hünerli olacaklardir. Açiktir ki, bu donanima sahip olan bir insan ihtiyaç olusmasi halinde istedigi bir meslegi kisa sayilabilecek bir sürede ögrenebilir. Kaldi ki günümüz dünyasi böyle bir esnekligi zorunlu kilmaktadir. Iyi bir meslegi olmamasina ragmen sosyal zekâ ve iletisim becerisi açisindan gelismis birinin is bulma ya da bir is kurma ihtimali, bir meslege sahip olmasina ragmen bahsedilen hünerler açisindan zayif birine göre çok daha yüksek olacaktir.

Dahasi ideolojik saplantilardan vazgeçip samimi niyetlerle istenmesi halinde Türkiye’de iyi meslek elemani yetistirmek hiçte zor degildir. Hatta çok kolaydir. Bu isin yöntemleri bilinmektedir ve altyapisi hazirdir. Özellikle meslek liseleri, meslek yüksek okullari ve özel kurslar vasitasiyla bu is kolaylikla basarilabilir.

Fakat akademik yeterlilige sahip, iletisim becerisi ve sosyal zekâ açisindan gelismis insanlar yetistirmek; yasam biçimi açisindan göçebelikten, iletisim biçimi açisindan sözellikten, toplumsal yapi açisindan ise kolektivizmden gelen bir ülke için çok kolay degildir. Dahasi gerçekten zordur. Kisacasi zihin gelisimini ve insan standardini yükseltmeyi hedefleyen akademik bir egitim üzerinde kafa yormak, günümüz Türkiye’si için daha önemli ve daha önceliklidir. Üstelik klasik meslek egitimine göre çok daha ekonomiktir.

Yukarida ileri sürülen uygulama ile hem ülkemizdeki insan kaynaklari standardi yükselecek hem de zaman zaman üniversitelerimizde görülen ve çogunlukla kültürel sigliktan kaynaklanan ideolojik kamplasmalar en aza inecektir. Ayrica, bu egitim kurumlari mezunlarindan, ihtiyaç duyuldugu takdirde bir yeterlik sinavindan geçirilerek Türkçe, Ingilizce ve Bilgisayar Ögretmenligi, Rehber Ögretmen, Kamu ve Özel sektörde insan kaynaklari yöneticiligi ve halkla iliskiler gibi birçok alanda ve sivil toplum kuruluslarinda istifade edilebilir.

Tüm bunlar ülkemizdeki zihinsel dönüsümün hizlanmasina, girisimcilik kültürünün gelismesine ve sanayilesme hamlesinin gerçeklestirilmesine katki saglayacaktir. Bu süreçle birlikte elbette ki meslek elemanina olan ihtiyaçta artacak ve buna bagli olarak meslek egitimi alan ögrencilerin sayisi arttirilacaktir. Tabiî ki akademik egitimle desteklemek sartiyla... Hedef hem ellerini hem de kafasini iyi kullanan insanlar yetistirmek olmalidir.

Günümüzde basta Almanya, Belçika ve Hollanda gibi ülkeler basta olmak üzere dünyanin birçok ülkesinde çocuklar daha 9–10 yaslarinda yani 4–5. sinifta bir meslek seçmeye zorlanmakta ya da zorunlu olarak bir meslege yöneltilmektedirler. Bu yaklasim özellikle sanayi toplumu sartlari için düsünülmüs bir yaklasimdir. Ancak günümüzde geçerliligini yitirmistir.

Türkiye’de zaman zaman bu yaklasimdan etkilenmekle birlikte son zamanlarda yapilan bir düzenleme ile bir alana ya da bir meslege yönlendirme yasi 14-15 yasa yani lise birinci sinif sonuna çekilmistir. Oysa yapilan arastirmalar meslek seçimi için bu yasin bile çok erken oldugunu göstermektedir.

Super, (1970) yaptigi bir arastirmaya dayanarak, çocuklugun ilk 14–15 yilinin meslek gelisimi açisindan “büyüme” dönemi oldugunu ve mesleki kisiligin ya da mesleki benlik kavraminin gelisimi için çocugun 14–18 yas grubuna ulasmasi gerektigini ileri sürmüstür. Ginzberg’e (1972) göre ise, bireyin saglikli bir meslek seçimi yapabilmesi için 18–22 yasa ulasmasi gerekir.

 

Almanya, Belçika, Avusturya ve Hollanda tarafindan yillarca kati bir sekilde uygulanan ve sanayi dönemi sartlarinda basarili da olan, çocuklari erken yaslarda farkli kategorilere ayiran, bir avuç elit grubu akademik egitime, geriye kalan yiginlari ise, meslek egitimine ve fabrikalara yönlendiren feodalizm kalintisi egitim anlayisi artik geçerliligini yitirmistir. Bu yaklasimin en büyük magdurlari ise ne yazik ki, dil ögrenmekteki zorluklari zekâlarinin geriligine baglanan bu ülkelerdeki gurbetçi Türk çocuklari olmaktadir.

Bu yaklasimla, bir zamanlar dünyanin en iyi egitim sistemine sahip olmakla ünlenen Almanya, bugün mevcut egitim sistemiyle 30 OECD ülkesi arasinda temel matematik ve okuma yetenekleri açisindan oldukça gerilere gitmis durumdadir ve bu anlayisi sürdürmesi durumunda daha da gerilere gidecek gibi gözükmektedir. Bu israrinin sonucu olarak meshur Alman ekonomik büyümesi durma noktasina gelmistir. Bu egitim yaklasimi, kati hiyerarsik yapilar yerine esnek ve yatay sebeke iliskilerin hâkim olmaya basladigi günümüz dünyasinda ihtiyaca cevap veremez hale gelmistir.

Son yillarda birçok Avrupa ülkesinin egitim sistemleri agirlikli olarak olumsuz taraflariyla gündeme tasinmaktadir. Küçük bir azinliga akademik egitim verip digerlerini çok küçük yaslarda meslek egitimine yönlendirmek ve bu çocuklari akademik ve entelektüel gelisim açisindan geri birakmanin faturasi özellikle bazi Avrupa ülkelerine, neredeyse okuma yazma bilmeyen, temel zihni melekelerden yoksun milyonlarca çocuk ve genç olarak geri dönmüstür.

Görünen o ki, teorik temellerini Eflatun ve Aristo gibi antik Yunan düsünürlerinden alan, Ibni Sina ve Farabi gibi Müslüman düsünürlerin ise israrla karsi çiktigi bu elitist yaklasimla, sanayilesmis ülkeler baslangiçta “ellerini iyi kullanan, kafasini ise kullansa da olur kullanmasa da olur, yeter ki fabrikalarda çalisabilsinler” tarzinda bir gençlik hedefiyle yola çikmislar, fakat sonuçta kendilerini “elini de kafasini da kullanamayan bir gençlikle” karsi karsiya bulmuslardir. Simdilerde Almanya gibi ülkeler aliklasmis, düsünme ve akletme yetisini kaybetmis bu gençleri rehabilite etmek için milyarlarca euro para harcamak zorunda kalmaktadirlar.

Günümüz dünyasi, üniversiteli nüfusunu gittikçe artiran, meslek egitimi ve yönlendirmeyi ise mümkün mertebe daha geç yaslarda ve esnek yöntemlerle gerçeklestiren ülkelerin öne çiktigi bir döneme girmis bulunmaktadir. Bunu gerçeklestiren ülkelerde ekonomik büyümenin hizlandigi ve issizligin azaldigi da görülmektedir. Finlandiya, Isveç, Norveç ve G. Kore gibi ülkeler bu yaklasimin en bariz örnekleridir.

Çalisan nüfus içindeki üniversiteli orani, ABD de %38, Japonya’da %36 iken kita Avrupa’sinda bu oran % 25’in altindadir. ABD yüksekögretime bütçesinin %2,6’sini, Danimarka %1,9’unu, Isveç 1,8’ini ayirirken bu rakam Almanya, Fransa ve Ingiltere için %1,1’dir.

1960’larda egitim standartlari açisindan OECD ülkeleri arasinda ortalarda olan Finlandiya, çocuklari küçük yaslarda farkli kategorilere ayiran yaklasimlardan vazgeçtigi için bugün PISA arastirmalarina göre hem OECD ülkelerinin hem de dünyanin bir numarasi haline gelmis durumdadir. Ekonomik büyüme ve düsük issizlik açisindan da paralel bir durum söz konusudur.

 

Finlandiya bunu, okullarini kalite ve müfredat açisindan sürekli gelistirerek, üniversiteli sayisini arttirarak ve çocuklara ve velilere yaptirim içermeyen ve sadece ne yapabilecekleri konusunda yardimci olan rehberlik sistemiyle basarmistir.

Sonuç olarak, günümüzde bilimsel ve teknik egitim her ülke için özel bir öneme sahiptir ve öyle de olmalidir. Bununla birlikte, bir kültürel birikim, entelektüel altyapi ve diyalektik düsünce üzerine oturmayan bir bilim ve teknik egitimi, süreç içinde, bir buhar motorunun ya da bir jeneratörün nasil çalistigini bilen fakat yerel ve evrensel gelismeleri takip edemeyen, çagdas kavram ve olgular hakkinda hemen hiçbir fikri olmayan nesillerin yetismesine yol açacaktir.

 

Bu körlestirici bir egitimdir. Böyle bir anlayisin sonucu olarak; ülkemiz sanat tarihi okumadan sanatçi, bilim tarihi okumadan bilim adami, düsünce tarihi okumadan düsünür, egitim tarihi okumadan egitimci ve siyaset tarihi okumadan siyasetçi olunan ve sorunlarini ise el yordamiyla çözmeye çalisan bir ülkeye dönüsmüs durumdadir.

 

Umalim da bu durum tam bir toplumsal afaziye dönüsmeden bir çikis yolu bulabilelim1. Vücudun kontrol merkezi olan beyni gelistirmeden yani zihinsel gelismeyi gerçeklestirmeden, diger yetenekleri öne çikarmak, egitim anlayisinda bir sapmadir ve süreç içinde ciddi sorunlara yol açmasi kaçinilmazdir.

 

(1) : “Bir arastirmaya göre, ‘70’li yillarda Türkiye nüfusunun % 20 si afazikmis, 80’den sonra bu oran hizla artmis. Afazi Yunanca “dile gelmemis/dillenmemis” anlaminda aphasia’dan türemistir. Aliklasma, düsünme ve akil yürütme yetisini kaybetme. Dil yeterli olmadigi için akil yürütememe... Konusma yitimi, sözcükleri anlama ve kullanma yetisini kaybetme, insanliktan çikma, içgüdüleriyle yasayan, birbirleriyle bagrismalarla, beden diliyle iletisim kurmaya kalkisan yaratiklara dönüsme... Afazi, özellikle soyut ve sembolik düsünceyi imkânsiz kilmaktaydi… Dilleri yeterli olmadigi için akil yürütemiyorlar, akil yürütemedikleri için ise en küçük aletleri bile yapamiyorlardi... Erkeksi ilke güçlü olmadigi için soyutlama yetileri de gelismemisti. Nitekim felsefe, matematik, teorik fizik, sanat hatta ilahiyat gibi alanlarda fevkalade basarisizdilar. Anacil asamaya saplanip kalmis bir beynin soyutlama yapamayacagi ve akil yürütemeyecegi ortadadir. Bir gezegendeki akilli yasamin rüstünü ispat etmis sayilmasi için varolusunun nedenini çözmüs olmasi sarttir.

 

Konusma yetimiz ülke çapinda zedelenmisti. Yirminci yüzyilin son çeyreginde birbirimizle ancak ‘eylem koy!’ ‘tavir al!’ ‘ensesine yapis!’ düzeyinde iliski kurabiliyorduk. Sapasaglam görünüslü insanlarimizin konusulanlari bütünüyle anlayamadiklarini, kelimeleri kullanma yetilerini kaybettiklerini söyleseler inanmamayi seçer, “Konusuyor iste”! der geçerdik... Iste medeni dünyadan sürülmemizle sonuçlanan toplumsal cinnetin özeti...” (Alatli, 1999).







E-Posta Listesi

Günün SÖZÜ

 
Bilgi Yolu Eğitim Kültür ve Sosyal Araştırmalar Merkezi
© 2009-2024 - Tüm Hakları Saklıdır. Bilsam.Org | Sistem:UmutDenizi Web